Emek döngüsü için, hayatta kalabilme çabasının medeni yaşam düzenine geçmiş toplumlara ait temel reflekslerden ortaya çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Fizyolojik ihtiyaçları giderilebilmek için üretilen materyal, o materyali alabilmek için gereken para ve o parayı kazanabilmek için gerekli olan bir işten oluşan bu basit döngünün tekerini aksatmakta yüzyıllardır üstüne olmayan işveren/patron koltuğu bugün de yerinde rahat duramıyor. Geçirdiği ekonomik krizin gölgesinden on yıldır kurtulamayan günümüz Portekiz’inin bu patırtılı tartışmaların altındaki sokaklarına sinmiş çaresizlik, ülke sinemacılarının kendilerine yakışan farklı telaffuzlarıyla perdede yer buluyor.
Portekizli belgeselci Pedro Pinho, ilk uzun metrajlı kurmaca filmi Hiçlik Fabrikası ile eline bir tebeşir alıp kapitalizmin abecesini çözümleyen üç saatlik bir işçi sınıfı destanına imza atıyor. Ülkenin başkenti Lizbon’un sayfiye kesimlerindeki bir asansör fabrikasının, iş makinalarını işçilerinden habersizce elden çıkarmaya çalışmasıyla birlikte gösteri başlıyor! Filmin hemen başında, gece yarısı haberi alan işçilerin acilen fabrikada toplaşmasıyla baş veren direniş, günümüzde işçi sınıfı ile kapitalizm arasındaki ne olduğu belli olmayan ve hiçbir noktaya varamayan kavgada amaçsız bir yolculuğa davet ediyor bizi. Bir varış noktasının olmadığı henüz başından belli olan bu yolculuk boyunca kapitalizmin nasıl ortaya çıktığı, varlığını nasıl sürdürebildiği ve bugünkü günlük yaşam içindeki etkileşiminin ne olduğunu irdeleyen duraklara uğruyoruz. Tüm bu yolculuğu –bakmaya alışık olduğumuz yerden– söz konusu fabrikanın işçilerinin yanından, bir an olsun ayrılmadan izliyoruz. Pinho’nun kamerasını tek bir tarafa doğrultma tercihi, aslında kapitalizm ve işçi sınıfı arasındaki kavgadan çok, işçi sınıfının kendi içinde gösterdiği reflekslerle ve onların gözündeki kapitalizmle ilgilenme niyetine de uyum sağlıyor.
Hiçlik Fabrikası: Tezgâhlar Arasında Dans
Belgesel sinemaya olan hâkimiyetinden bu filmde faydalanan Pinho, bir işçi filminde görmenin garipsenebileceği bazı fantastik anlarla baş başa bırakıyor bizi. Bu tavır ister istemez, yine ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizden yol alıp Şehrazad’ın masallarına dek götüren Portekizli yönetmen Miguel Gomes’in iki yıl önceki harikası Binbir Gece’yi akıllara getiriyor. Ancak Pinho, Gomes’in aksine anlatısında, gerçekle hayalin arasındaki sınırın kaybolmasından kaçınıyor. Öyle ki Hiçlik Fabrikası’nda gördüğümüz en gerçek dışı mizansenler bile iki sahne sonra öğrenilen başka bir bilgiyle gerçeklik zeminine oturtuluyor. Böylece film üç saatlik curcunası içinde bir an olsun ayaklarını yerden ayırmamaya gayret ediyor. Bu tarz oyunlarla bir yandan bizi konunun odağına daha çok yaklaştırırken diğer yandan işçilerin içine düştüğü boşluğu neredeyse eğlenceli bir şekilde sunabiliyor.
Ülkedeki krizin trajikomik tablosunu olabilecek en sıkı şekilde çerçeveleyen filmin net olarak görünen iki tarafı var: Bir yanda işçilerini kovamayan ve ufak bir ücret karşılığında kendi rızalarıyla istifa etmelerini bekleyen fabrika yönetimi, diğer tarafta bunu tamamen reddedip greve, hatta fabrikanın işgaline başlayan bir grup işçi. Gerçekleşen işgal sonucunda ise elimizde sadece; içinde işin, işverenin, üretimi gerçekleştirecek makinaların ve hatta üretilecek ürüne duyulacak talebin dahi bulunmadığı bomboş fabrika binasında dolaşan işçilerin resmi kalıyor. Film, adı gibi bir hiçlik fabrikası ya da ülkenin kendisi gibi, kendi kendini bitiren kapitalizmin mezarı üzerinde çözüm dahi üretemeden salınan umutsuz bir işçi müzikali.